Minicik bir Musevi köyünden; bugünlere…

KUZGUNCUK

Üç dinin, çok ‘can’ın semti!

İstanbul’un sıra dışı tarihi ve turistik değerleri olan semtleri de, yerli destinasyonlarımızda  değerlendiriyoruz. Bugün; Kuzguncuk’tayız. İstanbul’un merkezinde ama değil gibi! Burası, üç din ve çok insanı! barındırması, şık kafeleri, sanat merkezleri, tabi lezzetleri, rengarenk boyalı evleri, tarihsel yapıları, sevimli sokakları, yalıları, köşkleri ve sıkı durun bostanı ile özel! Evet, bostanı var Kuzguncuğun.

İsimden başlayalım. Yine farklı söylemler var. İlki,  ‘Kosinitza’. Olası, Musevi vatandaşlarımızın kullandığı diller olan, İbranice, Aramice, Arapça, Yidiş ya da Ladino’dan gelen bir sözcük. ‘Kosinitza’zaman içinde dilde bozularak Kuzguncuk olmuş deniyor.

Diğeri, altın kiremit anlamındaki ‘Hrisokeramos’. Bizans hakimiyetinde, 2. Iustinos tarafından burada yaptırılan, çatısı altın yaldızlı kiremitlerle kaplı bir kiliseden geldiği. 500’lü yılların ortaları.

Sonuncusu da, Evliya Çelebi’nin aktardığı, Fatih Sultan Mehmet döneminde buraya yerleşmiş ‘Kuzgun baba’ adlı bir ermişten geldiği. Net bilgi yok.

Aslında malum; Kuzgun, kargagillerden bir kuş türü. ‘Cuk’ eki de ‘yavru’ anlamında mı acaba? Neyse!  Musevilerle başladık ya, devam. Burası aslında eski bir Musevi köyü. Şu an yaşayanlar bir elin parmakları kadar, ama geçmişte durum farklı! İstanbul’un fethinden önce burada varlıklarından söz ediliyor. Kuzguncuk’ta, 630 yıllık bir Musevi mezar taşının olduğu rivayet. Ama kesin bilinen 17. Y.Y.’ dan itibaren, burada oldukları.

Asya tarafında ilk Musevi yerleşim yeri, Kuzguncuk. Kudüs, kutsal şehir ya, onlara. Burası içinde, ‘küçük Kudüs’demişler, oraya bağlı bir toprak gibi kabul etmişler. Bulunan çok eski Musevi mezarlığı da, bunda etken.

Çok ilginç notlar var Musevi halka ait. Rumlar ve Ermeniler de var olmuşlar tabi. Türkler ile de kardeşçe yaşanmış yıllarca.

Kuzguncuk, deniz kenarından başlayan kısa yokuşlarla, üstlere doğru uzanan bir semt. Arabası ile gidecekler, park sorunu yaşayacak. Toplu taşıma çok kolay oysa! Üsküdar’dan otobüs ya da minibüs ile kısa sürede rahatça ulaşırsınız. Karşı’dan geleceklerde, Eminönü’nden vapur seferlerini takip edecek. Beşiktaş’tan motorla Üsküdar’a geçip, oradan da gelinebilir.

Mesela hafta sonları, muhteşem kahvaltı mekanlarında güne ‘merhaba’ diyebilirsiniz. Brunch da olur. Öğle yemekleri için de nefis restler var. Ama akşam, hele yazsa, sokak da, yan yana masalarda samimi ortamda buluşma. Deniz kıyısını tercih edecekler de olabilir. O zaman, deniz ürünleri devreye girecek.

Ana cadde ‘İcadiye’de ve paralel sokaklarda çok sayıda cafe sizi bekliyor. Elbette, salt yeme içme değil, olgu. Sanat atölyeleri, çeşitli hediyelik dükkanları, eski eşya satanlar; ne ararsanız var. Yorulana nefis kahve veya çay, yanında da ‘kuzguncuk mantarı’denen buraya özgü kurabiye.

Fotoğraf makineniz yanınızda olsun. Muhteşem evleri, sokakları, mekanları kaçırmayın. Kuzguncuk, kedileri ile de meşhur, bol bol karşınıza çıkacak. Belki, bir kare de onlara?

Lezzet dedik ya, ilk akla gelen ünlü şef Refika. Ailesine ait bir evde hazırlıyor o ‘spesyalleri’. Binanın içi bir plato niteliğinde, izlediğiniz o yemek programları burada çekiliyor. Bina, 1923 tarihli ‘Simotas’adlı bir Musevi aile için, Rum bir mimar tarafından yapılmış. Bina girişinde, İbranice, hicri ve miladi tarihlere dikkat. Meşhur ‘Bican efendi’sokağı burası. Hemen karşısında da; Refika’nın mutfağında kullandığı alet, edavatın satıldığı küçük bir mağaza da ziyaret edilebilir.

Zaman içinde pek çok ünlü burada yaşamış, yaşıyor. Can Yücel, Rıfat Ilgaz, Sevim Burak, Güngör Dilmen, Oktay Rıfat, Uğur Yücel, Hülya Koçyiğit bunlardan bazıları.

Ama Kuzguncuk için önemli şahsiyet, ünlü mimar Cengiz Bektaş. Çok yıllar önce, burada bir ev alıp restore ederek yerleşmiş. Aslında diğer evler için de bir yenileme planı yapmış! Belki o plan, zaman içinde kendiliğinden hayata geçerek vücut bulmuş!

Pek çok kişi, değişik sürelerde buradan ev alıp onarım yaparak yerleşiyor. Bakıma muhtaç evler, onarım görüp yeniden yaşatılıyor ve böylelikle semt, gelenekselini korurken kimliğini de buluyor. Entelektüel bir yapıya da bürünüyor. Mekan işletmecilerinin bazıları, popüler sanatçılar mesela.

Biraz geriye giderek bakalım. Büyük ozan Nazım Hikmet’in teyzesi, Sare hanım da buralı. Bazı hafta sonu tatillerini Kuzguncuk’ta geçirmiş Nazım. Bir not da, ünlü komutan Ali Fuat Cebesoy’a. O’nun ailesine ait de bir ev varmış burada ve ulu önder Atatürk, zaman zaman kalırmış bu evde.

Evet, kanıtlı olarak 17.Y.Y’da, Musevi’lerin, 18.Y.Y.’da Ermeni’lerin, 19.Y.Y.’da da Rum’ların yerleşmeye başladığı semte, Türk’ler sonraları gelmeye başlamış.

1950’li yıllarda bir cami olayı var; ilginç! Türk’lerin ibadeti için cami arazisini, Musevi’ler parasız veriyor. İnşaat masraflarının da bir bölümünü karşılıyor ve bu inşaat da çalışanların bazılarıgayrimüslim. Hadi bakalım. Bu kardeşçe dayanışmanın belki de en önemli göstergesi; kilise ile caminin, yan yana, duvar duvara olması. ‘Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi’, 1861’de mimarBoğosŞalcıyantarafından tasarlanmış. Boğaz yolunda, ana cadde de. Bir özelliği; İstanbul’daki Ermeni kiliseleri içinde, kubbesi dışarıda olan tek kilise olması. Diğeri de, dedik ya bir cami ile komşu olması. Kilisenin bahçesindeki çeşme, 1910 tarihli.

Semtin yukarısında, mimar Nikola Zikoimzalı ‘Ayios Panteleimon Kilisesi’ise, 1872-92’ye tarihleniyor. 20 yıllık fark, sanırım burasının başka bir kilise temelleri üzerine inşası. Buna ilişkin bir not da, ilk yapının 500’lü yıllarda olduğu, zamana direnemeyince yıkıldığı, 1821’de bir başka yapının yükseldiği yönünde. Şu an ayakta ki belki bu, belki de üçüncü bir yapı. 1911’de eklenen, mimarAndon Hüdaverdioğluimzalı çan kulesi, görkemli.

Peki sinagoglar? İki adet! İlki sahile yakın, aşağı sinagog‘Beth Yaakov’. 1878 tarihli, 260 kişi kapasiteli. Sekizgen kubbesinde, Tevrat’tan esinlenilmiş sahneler, özel toprak boyalarla resmedilmiş. 1983’de onarım geçirmiş. Burası, daha varlıklı ailelerin oturduğu taraf.  Daha az ekonomik güce sahip Museviler ise, semtin daha üst bölümlerinde yer almışlar. Oradaki de; yukarı sinagog,‘Kal de Ariva’,  ‘Virane’ de deniyor. Virane;  semtin bu tarafının da adı aslında. Burası için iki tarih var. 1840, ya da 1884. Tek katlı görünen, aslında iki katlı olan bir sinagog. Hayırsever ‘Nissim Albala’nın adını almış sonraları ve ‘Beth Nissim’olarak anılıyor. 1997’de ciddi bir onarım görmüş. Azalan Musevi nüfustan dolayı pek faal değiller, sadece hafta sonları, özel günlerde dönüşümlü olarak hizmet veriyorlar.  İstanbul’un diğer semtlerindeki Museviler, hem de pek alışık olunmadığı halde, yerli cemaat yeterli olmadığından buralara gelip törenlere katılıyorlarmış.

Semte ve çevresine damga vuran yalılar ve köşklerde sıra. Cemil Molla Köşkü ve Fethi Ahmet Paşa Yalısı diğerlerinin önüne geçiyor özelliklerinden dolayı. Biz az bilinenlerden başlayalım. Genelde sahiplerinin ya da ailelerinin adını taşımış köşk ve yalılar. Birkaç örnek;  ‘Madam Agavni Muradyan’, ‘Arapzadeler’, ‘Heykeltraş İhsan Bey’, ‘Baştımar’, ‘Halil Haşim Bey’, ‘Kamil Paşa’bazıları.

19.Y.Y.’da Üsküdar ile Kuzguncuk arasında 39 Yalı var! 8’i Musevi’lere, büyük bölümü, gayrimüslimlere ait. ‘Cemil Molla Köşkü’ ilginç, halk arasında uğursuz ya da perili köşk olarak da anılmış. Sahiplerinin dramatik yaşamlarından söz ediliyor. Cemil Molla, Osmanlı’da şimdiki tabirle Diyanet İşleri başkanlığı, Danıştay Başkanlığı gibi görevler üstlenen bir şahsiyet. 1885-86’ya tarihlenen yapı için, İtalyan mimar Alberti Ermeni diyen de var’ ile anlaşmış. Ve gerçekten kesenin ağzını açmış.

Kimi zaman bizzat denetleyerek köşkün oluşumunu sağlamış. Tamamı deniz gören 16 oda ve salonlar, altın varaklı tavanlar, vitraylı pencereler köşkün özelliklerinden. Çok daha fazlası var.‘Cemil Molla Köşkü’,İstanbul’da kalorifer ve telefon tesisatının yer aldığı ilk ev.

Bitmedi; Yıldız Sarayından sonra jeneratör yardımı ile elektrik aydınlatmalı ikinci mekan. Şiir ve müzik geceleri düzenlenirmiş, sosyal yaşamda etkili bir yer.

‘Fethi Ahmet Paşa Yalısı’da ‘bir dönem Pembe Yalı da denmiş’ 1840’a tarihleniyor. Ünlü Macar müzik adamı Franz Liszt ve ünlü İsviçreli mimar Le Corbusier de burada kalıp hayran olanlardan. Fethi Ahmet Paşa, 2. Mahmut’un kızı Atiye Sultanın eşi, saray da damat ve büyükelçi. Yapının dekorasyonunda büyük özen gösterilmiş. Öyle ki, Dolmabahçe Sarayının iç dizaynında buradan esinlenilmiş. Haremlik selamlık olarak düzenlenen yapı, Paşa’nın ölümünden sonra mirasçılarına kalmış, yıllar sonra da kamulaştırılmış. 

Buralar, Kuzguncuk merkezin biraz dışları. Madem buralara geldik, ‘Üryanzade Cami’inden söz edelim. 1800’lerin ortalarında, Şeyhülislam Esat Efendi tarafından yaptırılmış. Bir köşkü andırıyor. Alışılmışın dışında, sevimli bir mimari. Fotoğrafçılara duyurulur.

Bu güzel semt, dönem dönem sinema filmlerine, TV dizilerine set olmuş. En ünlüsü 80’li yılların fenomen dizisi ‘Perihan Abla’. Ünlü Sanatçı Perran Kutman’ın can verdiği karakter ve etrafındakiler geleneksel bir mahalle kültürünü anlatır. Semt, geniş kitlelere bu dizi ile duyurulmuştur. Bir diğeri de ‘Ekmek Teknesi’. O’da; özel kanalların yaşama girmesi ile uzun süre evlere konuk oldu. Perihan Abla bir sokağa adını vermiş. Ekmek Teknesi de, bir mekanda yaşatılıyor.

Mahalle, kültür dedik, kardeşçe dostça yaşamdan söz ettik. Kuzguncuk’ta gayrimüslimlerin yavaş yavaş azalması, göç etmeleri, yeni neslin buradan kopması, bu olguyu olumsuz etkilemiş. Gelin özellikle Musevi’lere bir bakalım, geçmişten bugüne…

1940’lardaki Varlık Vergisi, pek çok esnafın iflasını gündeme getirmiş. 1950’lerdeki 6-7 Eylül olayları da, Ermeni, Rum, Musevi pek çok yurttaşı, ülke dışına kaçırmış, güvenlik gerekçesi ile. 1948’de İsrail’in kurulması da, Musevi’lerin bir vatana kavuşması adına, önemli. Tabi Kuzguncuk’ta çok göç vermiş bu olaylarda! 

İlginç hikayelere bakalım. ‘Davit Angel’, 1940’larda ‘Siyasal Bilgiler’ okumak isteyen bir Kuzguncuk’lu! Tabi kabul edilmemiş, diğerleri gibi, okula! O’da Kudüs’ün yolunu tutmuş. Orada okurken;İsrailDevleti’nin kurulumunda, görev yapmış.

Bundan çok önce, bir başka Kuzguncuk’lu ‘İzidor Hattem’, 17 yaşında dil bilmeden, parası olmadan bir biçimde Amerika’ya gitmiş ve dünyadaki ilk süpermarketi kurmuş, yıllar içinde. Çok sonra, ziyaret amaçlı Türkiye’ye geldiğinde; milyarder bir işadamıymış!

Mahalle, kültür dedik, kardeşçe dostça yaşamdan söz ettik. Kuzguncuk’ta gayrimüslimlerin yavaş yavaş azalması, göç etmeleri, yeni neslin buradan kopması, bu olguyu olumsuz etkilemiş. Gelin özellikle Musevi’lere bir bakalım, geçmişten bugüne…

1940’lardaki Varlık Vergisi, pek çok esnafın iflasını gündeme getirmiş. 1950’lerdeki 6-7 Eylül olayları da, Ermeni, Rum, Musevi pek çok yurttaşı, ülke dışına kaçırmış, güvenlik gerekçesi ile. 1948’de İsrail’in kurulması da, Musevi’lerin bir vatana kavuşması adına, önemli. Tabi Kuzguncuk’ta çok göç vermiş bu olaylarda! 

İlginç hikayelere bakalım. ‘Davit Angel’, 1940’larda ‘Siyasal Bilgiler’ okumak isteyen bir Kuzguncuk’lu!

Tabi kabul edilmemiş, diğerleri gibi, okula! O’da Kudüs’ün yolunu tutmuş. Orada okurken;İsrailDevleti’nin kurulumunda, görev yapmış.

Bundan çok önce, bir başka Kuzguncuk’lu ‘İzidor Hattem’, 17 yaşında dil bilmeden, parası olmadan bir biçimde Amerika’ya gitmiş ve dünyadaki ilk süpermarketi kurmuş, yıllar içinde. Çok sonra, ziyaret amaçlı Türkiye’ye geldiğinde; milyarder bir işadamıymış!

Kuzguncuk tarihinde, iz bırakan iki doktor’a geldi sıra. ‘Anlat derdini, Marko Paşa’ya ‘deriz. Bu tanımlamadaki ‘Marko Paşa’, işte burada; Kuzguncuk’ta. Sabırlı, sevecen, her derdi dinleyen, öğütler veren bir kişi.

Aslında; Abdülaziz’in doktoru. 1824’de doğmuş. Yaşadığı ev; günümüzdeki ‘Kuzguncuk İlköğretimOkulu’. Mezarı da, bu semtte. Marko Paşa, bugünkü Kızılay’ın ilk kurucularından ve paşalık rütbesi alan ilk doktorlardan; Osmanlı’da!

Çok daha sonra, yakın tarihte ‘Ohannes Minasyan’. Uzun zaman Kuzguncuk’ta tek başına şifa dağıtmış! Semtli çok sevmiş o’nu. Ölümünden sonra kullandığı tıbbi malzeme,  burada bir eczane vitrininde sergilenmekte.

Gelelim bir başka özelliğe; yıllardır yaşatılan bostan! Semt sakinleri ve dışarıdan gelenler, bu lezzet havuzunda ekiyor, biçiyor, üretiyor; sağlıklı besleniyor!  Eğleniyor da, hoşça zaman geçiriyor, doğa ile baş başa. Yıllardır bu böyle. Kuzguncuk bostanı, Sultan Mehmet Reşat dönemine dayanıyor. ‘İspiroŞore’adlı bir vatandaşın üzerine kayıtlı tapu, ölümü ile oğlu ‘İlya’ya geçiyor. Hala da bu isimle anılıyor bostan. İlya’nın bostanı. 1977’de Vakıflar Genel Müdürlüğüne geçmiş. Artık herkesin burası,  üretimi seven.

Kuzguncuk özelinde aslında bir sosyal tespit yaptık. Çok kültürlülüğün zenginliği. Keşke İstanbul’un diğer semtlerinde de rastlasak! Ama yok. Bu yapının kurulması ve yaşatılması özen istiyor.

Eski semt halkı, neredeyse anahtar kullanmazmış; ev kapıları kilitlenmezmiş çünkü. Ahali, birbirinin özel ve dini günlerini içtenlikle kutlarmış. Fakiri, zengini birlikte.

Deniz kültürü özümsenmiş. Mesela, balıkçılık, kayıkçılık Musevilerin kontrolünde.

1930’larda 4 bin kadar nüfusun yüzde 90’i gayrimüslim. Gelenekler, lezzetler, alışkanlıklar farklı ama alabildiğince özgürce.

1800’lerin ortalarında,  düzenli vapur seferleri, semte ivme kazandırmış. 1865’deki büyük yangın burayı kasıp kavursa da;  Kuzguncuk, küllerinden yeniden doğmuş.

Gayrimüslimlerin en azından yılın belli günlerinde semti ziyareti ve törenlerin organizesi çok önemli! İnşallah daha uzun yıllar sürer. 27 Temmuz Ayazma günü mesela; her yıl kutlanıyor.

Şu ünlü rengarenk evlerin süslediği yokuştan, o ünlü merdivenlerden tepeye çıkmaya başlayalım. Bu merdivenler açık hava tiyatrosu olarak da kullanılmış. Semte son bir kez yukarıdan bakalım. Keyifli kalabalığı fotoğraflayalım; zenginliği içimize çekelim.

Evlere döndükten sonra da, Kuzguncuk ile ilgili kitaplarda, Nedret Ebcim’ in satırlarına göz atalım !Gülsüm Cengiz’in saptamalarına bakalım. Buket Uzuner’in kitabı da; başucu romanı olsun.

Kuzguncuk. Yaşayalım, yaşatalım. Hak ediyor.